Bu Blogda Ara

13 Kasım 2012 Salı

Bir hanımın gerçek hayat hikayesi

O zamanlar yaşım 17 idi. Ben, çocukluğumdan beri, kendimi bildim bileli camiye giden birisiydim. Hiçbir zaman kendi isteğimle camiye gitmedim, hep anne zoruyla, kendimi hiç o zamanlar mensubu olduğum cemaate ait görmedim. Anneme dedim ki, bir gün o cami yanarsa, bil ki ben yaktım. O derece gitmek istemiyordum, itilmekten, dövülmekten artık bıkmıştım. İnsan camiye Allah korkusu var diye gider; ama ben, annemden, babamdan korktuğum için gidiyordum, tabii ki arada bir de nefs var, gezmeyi, tozmayı istiyordum. Tesettüre de riayet etmiyordum.

17 yaşımda evlenmek istedim, bu hayattan kaçayım diye. Bir de tabii ki eşimi çok sevdim ve evlendim. Eşimin ailesi de tam bana göreydi yani sosyetikti. Gezmeyi tozmayı seviyorlar, makyaj, açık gezmek… Ben de onlara ayak uydurdum tabii. Kayınvalidemle ve eltimle düğünlere, matinelere ve konserlere gidiyorduk, arada bir de, bu gittiğim yerlere eşimle de giderdik. Eşim fazla hoşnut olmuyordu, o yüzden eşimle değil, sanki ailesiyle evlenmiş gibi onlarla gitmeyi daha çok tercih ediyordum. Ehliyet de bende, araba da bende, o yüzden her istedikleri yere götürebiliyordum.

Bu arada maalesef imanımız zayıfladı, ne namaz, ne abdest… Bunlardan kurtuldum diye seviniyordum. Bana zorla namaz kıldıracak kimse yoktu. Sen kalbimize bak, kalbimiz temiz diyenlerdendik yani. Eşim de zaman zaman namaz kılmamı ve tesettüre riayet etmemi bana söylüyordu; ama ben hiç onu dinlemiyordum.

Her sene olmasa da eşimle izinlere gidiyoruz, gittiğimiz yerler de Antalya, Fethiye, Kuşadası vs. Oralara gittiğimiz zaman sadece denize girmeyi, plajlarda güneşlenmeyi ve akşamları eğlenmeyi tercih ediyorduk. Bu ara ben de açıldıkça açıldım.

18 yaşımdayken bir kızım oldu, 20 ay sonra bir kızım daha oldu. Onları bırakıp izne gidiyorduk, alışmıştık artık, bu hayat çok hoşumuza gitmeye başladı, rahat geldi. Mübarek günlerde bile olsa, evde TV açmazdım, aman görürüm de ibadet etmediğim için üzülürüm diye; çünkü biliyordum o günlerin önemini, o gün kılınan bir kaza namazının sevabını ama yapamıyordum. Nefsim, bütün vücudumu kaplamıştı artık.

Yaşım 24 oldu, eşimle birlikte bir ev satın aldık. Artık eskisi gibi gezemiyordum, canım sıkılıyordu. Biraz maddi zorluklarla karşılaştık. Sık sık izne gidemiyorduk, kendimi oyalamak için ve eve de katkım olsun diye, günde 2 saatlik bir işe girdim; ama yine de yetiştiremiyorduk. Arada bir eşimin akrabalarının düğün salonuna yardıma gidiyor, hem de bazen eğlenmeye, düğünlere gidiyordum.

Eşimin abisi, dinini bilen, salih bir kimse imiş, arada bir evimize gelip bize nasihatlerde bulunurdu, eşime bir kaç kitap verdi. Ben tabii bunlardan hep habersizdim. Eşim abisiyle sohbetlere gidiyordu, artik iyi kimseler tanımıştı.

Yıl 2007, yaz aylarında, biz eşimle tekrar izne gitmeye niyetlendik, iznimiz yine benim istediğim gibi geçiyordu. Bursa’daydık, eşime abisinden bir telefon geldi, kıymetli, salih bir kimse Yalova’daymış, onu ziyaret etsen iyi olur dedi, ismi İbrahim’di, yaşı ilerlemiş bir abiydi. Eşim beni ikna etti ve Yalova’ya geldik. Beni şehir merkezine bıraktı ve İbrahim abinin yanına gitti.

Eşim oradan geldiğinde, İbrahim abinin kendisine nasihat ettiğini ve şöyle dediğini anlattı:
“Hanımına karşı hep iyi davran, senden ev için bir şey istiyorsa, sen ona iki şey getir ve bir gün inşallah hanımın da tevbe edip tesettüre riayet edecek inşallah, sabret, sen tatlı dilini, güler yüzünü eksik etme, ona örnek ol!”

Eşim bana bunları anlatınca, “Allah Allah” dedim, benim başımın açık olduğunu nereden biliyordu; çünkü eşim benim hakkımda hiçbir şey söylemediğini söyledi! Ona da inandım tabii, biraz ürperdim, bu konuşma kafama takıldı birkaç gün…

Sonra evimize geri döndük. Ben erken yaşta evlendiğim için meslek sahibi olamamıştım. Şimdi bir meslek sahibi olayım ve evime daha çok katkı olsun diye, bir hastanede hemşirelik yapmak üzere başladım. Hayatım eskisi gibi devam ediyordu.

Yıl 2008, Mayıs ayında evleneli 10 yıl olacak, ayriyeten o gün eşimin doğum günü, eşim beni yurt dışına tatil yapmaya ve evliliğimizi kutlamaya götürmek istedi. Seçeneği bana bıraktı, ben de yaşayacaksak Paris’e gidelim dedim, Paris için hazırlandık.

Nisan ayıydı, ben bir gün televizyonu açtım, Eyyüb Sultan hazretlerini anlatan bir film oynuyordu. O gün de Mevlid kandiliymiş, bilmiyordum. Filmde, o yaşlı adam beni çok etkiledi, resmen sürünerek, bin bir dertle Eyyüb Sultan hazretlerine gitmek istedi. Ben ise kendi kendime dedim ki, elimde o kadar fırsat var, istediğim zaman gidebilirim ve o güne kadar Eyyüb Sultan hazretleri kimdi, bilmiyordum.

Eşime, biletleri iptal et, biz de İstanbul’a Eyyüb Sultan hazretlerine gidelim, bak bu adam ne zorluklarla gidiyor, biz ise çok rahat gidebiliriz dedim. O da, tabii, hemen değiştiririm dedi. Eşim bu karardan çok; ama çok memnun olmuştu. Yine eşime, böyle birkaç film daha izlemek istiyorum, varsa, bulabilirsen getir dedim, o da bana Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin filmini verdi. O filme bakınca çok kötü oldum ve Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin müjdesine çok sevindim.

Aradan birkaç gün geçtikten sonra rüyamda, bir merdivenden çıktığımı gördüm ve önümde bir kapı, kapı biraz aralık, ben de çok ağır bir şekilde merdiveni çıkıyorum, çıktıkça kapı aralığından ışıklar çıkıyordu. Tam kapıya yaklaştım, açmak isterken uyandım ve sonra hatırladım, Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin filminde de buna benzer bir şeyler olmuştu.

İstanbul ziyaretimiz yaklaşıyordu, İstanbul’a ben de eşim de ilk defa gidecektik ve niyetimiz kabir ve türbe ziyaretleriydi.

Eşime dedim ki, “İstanbul’da başka İslam âlimleri de varmış, onları da bulalım ve ziyaret edelim, gideceğimiz o mübarek zatların hayat hikâyelerini bana bul da okuyayım.” Öğrendim ya, Eyyüb Sultan hazretlerinin Peygamber efendimizin arkadaşı ve Eshab-ı kiramdan biri olduğunu. Diğer mübarek zatlar kimmiş, onları da öğrenmek istedim. O güne kadar, Eshab-ı kiram kim, bilmezdim. Biz camide sadece Kur’an-ı kerim okumayı öğrendik, sure ezberledik, tecvid ve Arapça kitaplar okuduk.

Eşimle bir akşam oturduk, kendimize bir dosya hazırladık. Dosyada, eşimin bulduğu mübarek zatların hayat hikâyeleri ve tam olarak kabirlerinin yahut türbelerinin nerde bulundukları yazıyordu, bunları da eşimin abisinin bize vermiş olduğu Hakikat kitabevine ait bir kitapta bulduk.

Ben daha hayat hikâyelerini okuyamamıştım; çünkü çok çalışıyordum, eve yorgun geliyordum, o yüzden uçakta okurum diye düşünmüştüm.

İzin günü geldi, benim ailem ve eşimin ailesi bizi uğurlamaya geldi, aşağı inerken dosyayı kendi annemin eline verdim ve dedim ki, “Anne, bu dosya çok önemli, sakın bana geri vermeyi unutma!” O da, tamam dedi.

Biz İstanbul’a gidiyorduk ama niyetimizin ne olduğunu ailelerimize söylemedik; çünkü anlamazlardı. Tatile gidiyoruz, kafa dağıtmaya dedik, bavullar yerleşti, ailemle çocuklarımla vedalaştık, eşim ve ben, bizi götürecek olan komşumun arabasına bindik ve havalimanına doğru yola cıktık.
Çok ama çok heyecanlıydım, Eyyüb Sultan hazretlerine gideceğim ve onunla konuşacağım diye, Tabii ki bir de Peygamber efendimizin arkadaşı olduğu için, Peygamber efendimize nasıl daha yakın olurum diye düşüne düşüne gidiyorduk. Birden aklıma dosya geldi. Eyvah, annemin elinde kaldı, dönme imkânımız yok dedim kendi kendime. Komşum bizi bırakıp acil doktora yetişecek. Eşime söyledim, o da, merak etme, dosya bende dedi, çok rahatladım. Eşime, dosyayı ver, çantama koyayım diyecektim, ağzımdan bir türlü o satırlar çıkmadı. İçimden, neyse sonra alırım dedim.

Havaalanına geldik, bavulları verdik, komşuyla vedalaştık, o ayrıldı ve gitti. Bir de baktım ki, dosya eşimin elinde yok!

Neyse dedim, dışarıda söylerim, şimdi söylersem, sinirlenir, insanlar da bizim kavga yaptığımızı zanneder. Bey, gel biz biraz dışarı çıkalım dedim, çıktık, dosya nerede dedim. O da çok sinirlendi ve aynı zamanda çok üzüldü; çünkü dosya arabada kalmış, komşunun da dönme imkânı yoktu. Ben de eşimi yatıştırmaya çalıştım, hâlbuki ben ondan daha üzgündüm. Neyse bey sinirlenme, bunda da vardır bir hayır dedim ve uçağa bindik. Bunda yani dosyayı unutmamızda ne hayırlar olduğunu, daha sonra bizzat yaşayarak görecektik.

İstanbul’a geldik ve otelimize yerleştik, hiç vakit kaybetmeden Eyyüb Sultan hazretlerine gittik, ben hiçbir şey bilmiyormuş gibi, öğrenmemişim gibi, turist gibi gittim. Ayağımda kısa bir pantolon, üzerimde açık bir kıyafet, elime de bir şal aldım, başımı türbeye girince örterim diye... Şimdi o halimden utanıyorum, yazıklar olsun bana! Sanki Rabbimiz sadece türbelerde örtünün diye emrediyor!

Eyyüb Sultan hazretlerine geldim, çok duygulandım ve çok ağladım, onunla konuştum, hiç oradan ayrılmak istemedim. Oradan çıktıktan sonra ortada kaldık, ne yol biliyoruz, ne de iz. Rehberimiz dosyaydı, o da yoktu artık. Koskoca İstanbul’un ortasında yoldan gecen birisine sorduk, biz belirli bir kitap arıyoruz, Evliya zatların nerede medfun olduğunu ve hayat hikâyelerini yazan bir kitap arıyoruz dedik. O da, Cağaloğlu’na gidin, orada kitapçılar çoktur dedi.

Sonra Cağaloğlu’na gittik. Bir de ne göreyim, eşimin abisinin bize vermiş olduğu, Hakikat kitabevi yayını olan kitaplar camekânda sıralanmıştı. Binanın dışında da Türkiye gazetesi yazıyordu. Bey, bak, bizim evdeki kitaplardan var burada dedim. O da, o zaman buraya girip soralım dedi. Kapıyı tıklattık, bir müddet açan olmadı. Eşim, şimdi öğle vakti, belki öğle namazındadırlar dedi. Tam gitmek üzereydik, Lütfi abi isminde biri kapıyı açtı. Sonra ona derdimizi anlattık. Evliyalar ansiklopedisinin 12. Cildini aradığımızı söyledik ve başımızdan dosyayla ilgili geçenleri anlattık.

Lütfi abi, çok efendi birisiydi, tatlı dili, güler yüzlüydü. Bu zamanda böyle insanlar var mıydı diye düşündüm.

Lütfi abi yaşadıklarımızı ve İstanbul’a ne amaçla geldiğimizi duyunca, yaşlarımızı sordu. Benim 27, eşimin de 29 yaşında olduğunu söyledik. Bundan sonra şöyle dedi: “Sizin gibi gençler İstanbul’a sırf türbe ziyaretine mi geldi? Maşallah, çok şaşırdım, mübarek olsun dedi. Bunun gibi daha ne güzel sözler söyledi. Ben de tabii anlamadım, bu abi ne istiyor bizden, niye bu kadar iltifat ediyor diye düşündüm. Para benim, bilet benim, İstanbul’a ister gelirim ister gelmem, bu abi niye bu kadar sevindi, anlamadım dedim içimden.

Lütfi abi dedi ki, “Buyurun yukarıya çıkalım, yukarıda Numan abi var, onunla tanışmanız da iyi olur, sizler bizim has misafirlerimizsiniz, size birer çay ikram edelim.” Eşim de, peki dedi.
Yuvarlak bir merdivenden yukarıya çıktık; ama çıkarken korktum, biz nereye çıkıyoruz, kimseyi tanımıyoruz, bize bir şey yapsalar kimsecikler bizi bulamaz dedim.

Yukarıya çıktık, Numan abi masasında oturuyordu. O esnada, bana ne olduğunu anlamadım; ama hep ağlıyordum istemeden, ağlamaktan konuşamadım. Eşim ve Numan abi, buna ne oldu diye şaşırdılar.

Eşimle Numan abi biraz sohbet edip, eşim, bizim İstanbul’a nasıl ve niye geldiğimizi ona da anlatınca sonra, o da çok sevindi, niyetiniz halismiş, mübarek olsun, bu zamanda böyle gençler, maşallah dedi. Sonra da eşime, hadi biz öğleyi kılmaya gidelim, abla da burada oturup çayını içsin ve gazetesini okusun dedi. Ben de elime Türkiye gazetesini aldım; ama okumak ne mümkün! Ağlamaktan kendimi tutamıyordum ve niye ağladığımı da bilmiyordum.

Sonra ikisi de namazdan geldiler. Numan abi, Ali abi diye birisini çağırdı ve ona dedi ki, sen bunlara rehber ol, türbeleri gezdir. O da, peki efendim dedi. Bu konuşmalarına da çok şaşırdım, aralarındaki saygı ve sevgiye hayran kaldım. Bu arada, ağlamaya devam ediyordum. Eşim de beni dürtüyordu, ne oluyor diye. Ben de, ne bileyim, bilmiyorum, kendimi tutamıyorum dedim.

O Ali abi, o gün sohbet var diye oraya gelmiş; ama sohbet edecek olan abi de gelememiş. Ali abi de, neye niyet, neye kısmet, demek ki ben de size rehber olup, sevap kazanacakmışım dedi.

Numan abi, Ali abiye, “Sen bunları önce Eyyüb Sultan hazretlerine, sona hocamıza, sonra Mehmed Emin Tokadi hazretlerine... götür” dedi, başka isimler de saydı.

Bu arada, benim de kıyafetim açık olduğu için, çok utanıyordum. Eyyüb Sultan hazretlerine gitmeden önce üzerime, uygun bir kıyafet, manto, etek ve başörtüsü almaya karar verdim.

Oradan çıkıp, kıyafetleri de aldıktan sonra otele gittik, yeni kıyafetlerimi giydim. Önce Eyyüb Sultan hazretlerine gittik, sonra oradaki bir yoldan yukarıya çıktık. Uzun bir yoldu. Kaşgari dergahına vardık. Orada medfun olan Evliya zatları ziyaret ettik. Türbelerden de sanki güzel kokular alıyordum. Giderken de, dua ve tesbih okuyordum. Orada bir de kuyu suyu vardı, kıymetli bir suymuş, o sudan da içtik. Sonra Kaşgari dergahının arkada tarafındaki demir parmaklıklı bir kabristana girdik. Meğer orası, Numan abinin hocamız dediği zatın kabriymiş. Aman Allah’ım dedim, ne güzel bir kabir burası! Yeşillikler, çiçekler, sanki Cennet bahçesi gibiydi. Oradaki türbedar abi de bizimle ilgilendi, ikramlarda bulundu. Abi, emekli öğretmenmiş, adı Hüseyin imiş. Böyle bir türbedarın olması da, benim ilgimi çekti.

Sonra birkaç ziyaret daha yapıp, otele döndük. Eşimle uzun uzun konuştuk. O hiçbir şeye benim kadar şaşırmamıştı. Bana hocamız hakkında bildiklerini anlattı, ben de tereddütsüz teslim oldum. O akşam Hakikat kitabevinden aldığımız kitapları okumaya ve namaz kılmaya başladım.

2 gün daha aynı şekilde gezdik. Nereye gittiysem, hep çok güzel karşılandım ve artık hep tesettüre riayet ediyordum.

Eşime Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine de gitmek istediğimi söyledim. Numan abi, bizim için yine bir rehber ayarladı. İsmi Hasan abiydi. Anadolu yakasında kalıyordu. Vapurdan eşimle birlikte indim. Çok az bekledikten sonra, karşıdan gelen birini gördüm. Bize doğru yürüyordu. Hasan abiyi hiç tanımadığım halde eşime, herhalde şu gelen abidir dedim; çünkü o da diğer tanıştıklarımız gibi güler yüzlü ve temiz giyimli bir beyefendi görünümündeydi. Nitekim gerçekten de, o gelen bize rehberlik edecek olan Hasan abiymiş.

Hasan abiyle beraber Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine gittik. İstanbul’a gelmeden önce hayatını da biraz öğrenmiştim. Bir de, kabrine ziyarete gelenler için müjdesi vardı. Bir de, rüyamda onun gibi merdivenlerden çıkmıştım. O anda, hep o türbede kalıp hizmet etsem diye düşündüm; ama tabii ki bu imkânsızdı. Evde kalan iki çocuğum beni bekliyordu.

Sonra Hasan abinin evine gittim, Hanımıyla tanıştık. O da çok tatlı, samimi bir insandı. Biraz sohbet ettikten sonra namazlarımızı kılmak için kalktık. Eteğimde yırtmaç olduğu için, bana namaz için yeni bir takım verdi.

Bana dedi ki, “Bizim apartmanda bir seyyide hanım oturuyor. İstersen onu çağırayım da, tanışırsınız.” Tabii, olur dedim. Ben de artık her şeyi bilmek istiyordum. Bunun için, merak ettiklerimi, hiç çekinmeden sormaya karar verdim. Mesela seyyide ne demek diye sordum. Meğer Peygamber efendimizin soyundan olan erkeklere seyyid, hanım olanlarına da seyyide deniyormuş.

Çok heyecanlanmıştım. Kendi kendime, ben bunlara layık değilim, neden bu güzel insanlar bana bu kadar iyilik yapıyorlar, çok günahkârım, çoğunun da günah olduğunu bildiğim halde yaptım diye düşündüm.

Sonra seyyide abla geldi, onunla tanıştık, çok memnun oldum. Bize de dua etmesini söyleyerek o evden ayrıldım. Otele geri geldik ve eşimle sohbete devam ettik. Eşimin abisini de, bu arada telefonla aradık. Başımızdan geçenleri ona da anlattık. O da çok sevindi ve duygulandı. Mübarek olsun dedi.

Ben de böylece, Ehl-i sünnet gemisine binmekle, bu yolun büyüklerini tanımaya başlamakla şereflendim elhamdülillah.

Sonra İhlâs Marmara Evlerine gittik. Marmara evlerinde Numan abinin hanımıyla da tanıştık. Ona hayat hikâyemi anlattım. Bana ikramlarda bulundu. Arkadaşlarına da bahsettiği için, beni her duyan evine davet ediyordu. Ben de hepsine icabet etmeye çalışıyordum. Bir abla bana, hatıra olarak bir tesbih hediye etti ve İmam-ı Rabbani hazretlerinin türbesinden alınan bir parça kumaş hediye etti, yine çok heyecanlanmıştım. Artık kendimi onlardan biri gibi hissediyordum.

Bu güzel siteyi güzel evleri yapan kimseye çok dua ettim. Ne güzel şeylere vesile olmuştu. Biri bana, evin artık burası, eşinin de işi burası deseydi, hiç tereddüt etmeden orada kalırdım; çünkü bu güzel insanlara adeta âşık olmuştum ve orada huzuru bulmuştum. Eşim de, ben de bu rüya hiç bitmesin istiyorduk; çünkü günlerimiz harika geçiyordu. Bu manevi güzellikleri hayatımda daha önce hiç yaşamamıştım.

Sonra, Çarşamba günleri bu ablaların toplanıp sohbet ettiklerini ve beraber kitap okuduklarını öğrendim. Beni de davet ettiler. Sohbet de çok güzel geçti, çok sıcak, çok samimi bir ortam vardı. Biri şöyle dedi:
“Şimdi hiç şüphe yok ki, isminden bahsettiğimiz din büyüklerimiz buradadır, mübarek olsun; çünkü Evliyanın ismi anılınca ruhları orada hazır olur. Peygamber efendimiz de, (Salihlerin ismi söylenince oraya rahmet yağar) buyuruyor.”

Ben yine çok heyecanlandım. Bunu söyleyen abla sanki bizim göremediklerimizi görüyor ve öyle anlatıyor gibiydi. Yine, ben bunlara layık değilim, bunlara nasıl kavuştum diye düşünmeye başladım.

Sohbet bittikten sonra, bir abi ve hanımı bizi başka türbelere götürdüler. Murad-ı Münzevi hazretlerine, Sünbül Sinan hazretlerine, Merkez Efendi hazretlerine gittik. Her seferinde bu abinin kabir ziyaretlerindeki edebi dikkatimi çekiyordu. Kabrin ayakucunda oturuyor, gözlerini kapatıp sanki bu dünya ile bağlantısını kesiyor ve oradaki zatla konuşuyor gibiydi. Ben de ziyaretlerde, onun gibi yapmaya, onu örnek almaya çalışıyordum.

Bu abinin hanımına, İstanbul’dan ayrılacağımdan ve evimde kendimi yalnız hissettiğimden bahsedince, bana bizim memleketteki bir tanıdığından bahsetti. Ona senin ismini ve telefonunu veririm, o seni arar dedi. Çok iyi biri olduğunu ve onun sayesinde kendimi yalnız hissetmeyeceğimi söyledi. Bu da beni biraz da olsa teselli etti.

Bu güzel insanlarla vedalaşıp ayrılırken, hatırımda hep o soru işareti vardı: Evimde, aile büyüklerimizle ne yaşayacağımız belli değildi. Beni bu halimle kabul edecekler miydi?

Bütün bu olaylardan sonra, hayatta her şeyin mutlaka bir hikmetinin olduğunu, vaki olanda mutlaka bir hayır olduğunu öğrenmiştim. Eğer o dosyayı arabada unutmasaydık, belki de bütün bu güzelliklere kavuşamayacaktık. Hâlbuki dosyayı unutunca, ne kadar çok üzülmüştük. Dosyayı unuttuğumuz için, bir kitap aramaya çıktık. Bu da bizi önce Lütfi abiye, sonra da bütün bu güzelliklere kavuşturdu.

Son gün de pazara çıktık ve kendime uygun kıyafetler aldım. Tanıştığımız bütün arkadaşlarla, bizzat görüşerek veya görüşemediklerimizle de telefonla vedalaştık. Sonra eşimle uçağa bindik ve buruk bir şekilde evimize döndük.

Aile büyüklerimize yaşadıklarımızın hiçbirini anlatamadık; çünkü bizi anlamaları mümkün değildi. Sadece güzel bir tatildi diyerek geçiştirdik. Sadece eşimin abisi, eşimi dinlemek için sabırsızlanıyordu. Eşim ona her şeyi anlattı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin türbesinden alınan kumaş parçası, mübarek kabirlerden alınan toprakları gösterdi. İkisi de duygulandı ve birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar.

Ben de, ne kadar uygunsuz, açık kıyafetim varsa, hepsini çuvallara doldurmaya başladım. Atması için hepsini eşime verdim. Bu arada uygun bir şekilde çalışamayacağımı bildiğim için, işten de ayrıldım ve evimde sadece çocuklarımla ilgilenmeye başladım; çünkü haram işlemeden kazanılan paranın az da olsa daha bereketli olacağını artık öğrenmiştim. Günah işleyerek mesela başı açık gezerek, namazı terk ederek, yani Rabbimin rızasını çiğneyerek kazanılan parayı zaten istemiyordum.

İstanbul’dan döneli iki ay olmuştu. Ailem ister istemez, bendeki değişimi fark etmişti. Bana karşı tavırları hemen değişti. Kabullenmeleri çok zor oldu.

Kayınvalidemi bir gün doktora götürecektim. O gün beni örtülü olarak ilk gördüğünde, (Hayrola mevlide mi gidiyorsun) dedi. Ben de, “Hayır, artık böyle giyineceğim, hem oğlun da böyle istiyor” diyerek konuyu geçiştirmeye çalıştım. O gün, onu evine bırakana kadar, bir daha hiç konuşmadık.

Bir gün de, eşimin büyük abisinin evine gittik. Eşimin ailesinden de, neredeyse herkes oradaydı. Ben tabii kimseye elimi vermedim. Eşimin büyük abisi, bunu yediremedi. Biz abi kardeş gibi değil miyiz, sana ne oldu böyle dedi. Ben de, “Evet, öyleydik; ama seni benim annem doğurmadı” dedim. Bunun tartışmayı büyüteceği belliydi, böyle dememem gerekiyordu; ama bir anda kendimi tutamadım, ne yapayım. Bunun üzerine, iyice sinirlendi, üzerime yürüdü, eğer bu kadar din iman düşünüyorsan burayı terk et, burası sana göre değil, adamların arasında ne işin var dedi. Ben de, zamanı gelince o da olacak dedim. Bunu da söylemem iyi olmadı. Kayınvalidem de ayağa kalktı, eyvah oğlum, bu gelin bizi ayıracak dedi. Kavga başladı. Ben de artık bunun üzerine sustum, onlar kendi aralarında konuşmaya devam ettiler. Eşimin küçük abisi, beni müdafaa etmek istedi; ama fitnenin büyümesinden korktuğu için, o da fazla bir şey diyemedi. Bir süre sonra oradan ayrılıp evime geldim. Birkaç hafta sonra artık yavaş yavaş kabullenmeye başladılar.

Eski arkadaşlarımın çoğuyla da irtibatım kesildi. Zaten onlar, benimle irtibatı kestiler. Kitap hediye ettiğim arkadaşlarımdan iki tanesi ise, bunları okuyarak tevbe ettiler. Onlar da namaza başladılar ve örtündüler. Kayınvalidem ve eltime de bizim kitaplardan hediye etmiştim. Çok fazla kitap okumayı sevmeseler de, ikisi de namaza başladı. Kayınvalidem zaten senelerdir Türkiye gazetesine aboneymiş. Artık özellikle İnsan ve Toplum sayfasını daha dikkatli okuyorlar. Kızlarıma da fırsat buldukça bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Mail grubumuza onu da üye yaptım. Onlar da severek okuyorlar elhamdülillah.

Bu nimetleri bana ihsan eden Rabbime şükürler olsun, vesile olanlara da sonsuz teşekkürler ederim. Allahü teâlâ hepsinden razı olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder