O zamanlar yaşım 17 idi. Ben, çocukluğumdan beri, kendimi bildim bileli
camiye giden birisiydim. Hiçbir zaman kendi isteğimle camiye gitmedim,
hep anne zoruyla, kendimi hiç o zamanlar mensubu olduğum cemaate ait
görmedim. Anneme dedim ki, bir gün o cami yanarsa, bil ki ben yaktım. O
derece gitmek istemiyordum, itilmekten, dövülmekten artık bıkmıştım.
İnsan camiye Allah korkusu var diye gider; ama ben, annemden, babamdan
korktuğum için gidiyordum, tabii ki arada bir de nefs var, gezmeyi,
tozmayı istiyordum. Tesettüre de riayet etmiyordum.
17 yaşımda
evlenmek istedim, bu hayattan kaçayım diye. Bir de tabii ki eşimi çok
sevdim ve evlendim. Eşimin ailesi de tam bana göreydi yani sosyetikti.
Gezmeyi tozmayı seviyorlar, makyaj, açık gezmek… Ben de onlara ayak
uydurdum tabii. Kayınvalidemle ve eltimle düğünlere, matinelere ve
konserlere gidiyorduk, arada bir de, bu gittiğim yerlere eşimle de
giderdik. Eşim fazla hoşnut olmuyordu, o yüzden eşimle değil, sanki
ailesiyle evlenmiş gibi onlarla gitmeyi daha çok tercih ediyordum.
Ehliyet de bende, araba da bende, o yüzden her istedikleri yere
götürebiliyordum.
Bu arada maalesef imanımız zayıfladı, ne namaz,
ne abdest… Bunlardan kurtuldum diye seviniyordum. Bana zorla namaz
kıldıracak kimse yoktu. Sen kalbimize bak, kalbimiz temiz diyenlerdendik
yani. Eşim de zaman zaman namaz kılmamı ve tesettüre riayet etmemi bana
söylüyordu; ama ben hiç onu dinlemiyordum.
Her sene olmasa da
eşimle izinlere gidiyoruz, gittiğimiz yerler de Antalya, Fethiye,
Kuşadası vs. Oralara gittiğimiz zaman sadece denize girmeyi, plajlarda
güneşlenmeyi ve akşamları eğlenmeyi tercih ediyorduk. Bu ara ben de
açıldıkça açıldım.
18 yaşımdayken bir kızım oldu, 20 ay sonra bir
kızım daha oldu. Onları bırakıp izne gidiyorduk, alışmıştık artık, bu
hayat çok hoşumuza gitmeye başladı, rahat geldi. Mübarek günlerde bile
olsa, evde TV açmazdım, aman görürüm de ibadet etmediğim için üzülürüm
diye; çünkü biliyordum o günlerin önemini, o gün kılınan bir kaza
namazının sevabını ama yapamıyordum. Nefsim, bütün vücudumu kaplamıştı
artık.
Yaşım 24 oldu, eşimle birlikte bir ev satın aldık. Artık
eskisi gibi gezemiyordum, canım sıkılıyordu. Biraz maddi zorluklarla
karşılaştık. Sık sık izne gidemiyorduk, kendimi oyalamak için ve eve de
katkım olsun diye, günde 2 saatlik bir işe girdim; ama yine de
yetiştiremiyorduk. Arada bir eşimin akrabalarının düğün salonuna yardıma
gidiyor, hem de bazen eğlenmeye, düğünlere gidiyordum.
Eşimin
abisi, dinini bilen, salih bir kimse imiş, arada bir evimize gelip bize
nasihatlerde bulunurdu, eşime bir kaç kitap verdi. Ben tabii bunlardan
hep habersizdim. Eşim abisiyle sohbetlere gidiyordu, artik iyi kimseler
tanımıştı.
Yıl 2007, yaz aylarında, biz eşimle tekrar izne
gitmeye niyetlendik, iznimiz yine benim istediğim gibi geçiyordu.
Bursa’daydık, eşime abisinden bir telefon geldi, kıymetli, salih bir
kimse Yalova’daymış, onu ziyaret etsen iyi olur dedi, ismi İbrahim’di,
yaşı ilerlemiş bir abiydi. Eşim beni ikna etti ve Yalova’ya geldik.
Beni şehir merkezine bıraktı ve İbrahim abinin yanına gitti.
Eşim oradan geldiğinde, İbrahim abinin kendisine nasihat ettiğini ve şöyle dediğini anlattı:
“Hanımına
karşı hep iyi davran, senden ev için bir şey istiyorsa, sen ona iki şey
getir ve bir gün inşallah hanımın da tevbe edip tesettüre riayet edecek
inşallah, sabret, sen tatlı dilini, güler yüzünü eksik etme, ona örnek
ol!”
Eşim bana bunları anlatınca, “Allah Allah” dedim,
benim başımın açık olduğunu nereden biliyordu; çünkü eşim benim
hakkımda hiçbir şey söylemediğini söyledi! Ona da inandım tabii, biraz
ürperdim, bu konuşma kafama takıldı birkaç gün…
Sonra evimize
geri döndük. Ben erken yaşta evlendiğim için meslek sahibi olamamıştım.
Şimdi bir meslek sahibi olayım ve evime daha çok katkı olsun diye, bir
hastanede hemşirelik yapmak üzere başladım. Hayatım eskisi gibi devam
ediyordu.
Yıl 2008, Mayıs ayında evleneli 10 yıl olacak,
ayriyeten o gün eşimin doğum günü, eşim beni yurt dışına tatil yapmaya
ve evliliğimizi kutlamaya götürmek istedi. Seçeneği bana bıraktı, ben de
yaşayacaksak Paris’e gidelim dedim, Paris için hazırlandık.
Nisan ayıydı, ben bir gün televizyonu açtım, Eyyüb Sultan
hazretlerini anlatan bir film oynuyordu. O gün de Mevlid kandiliymiş,
bilmiyordum. Filmde, o yaşlı adam beni çok etkiledi, resmen sürünerek,
bin bir dertle Eyyüb Sultan hazretlerine gitmek istedi. Ben ise kendi
kendime dedim ki, elimde o kadar fırsat var, istediğim zaman gidebilirim
ve o güne kadar Eyyüb Sultan hazretleri kimdi, bilmiyordum.
Eşime,
biletleri iptal et, biz de İstanbul’a Eyyüb Sultan hazretlerine
gidelim, bak bu adam ne zorluklarla gidiyor, biz ise çok rahat
gidebiliriz dedim. O da, tabii, hemen değiştiririm dedi. Eşim bu
karardan çok; ama çok memnun olmuştu. Yine eşime, böyle birkaç film daha
izlemek istiyorum, varsa, bulabilirsen getir dedim, o da bana Aziz
Mahmud Hüdayi hazretlerinin filmini verdi. O filme bakınca çok kötü
oldum ve Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerinin müjdesine çok sevindim.
Aradan
birkaç gün geçtikten sonra rüyamda, bir merdivenden çıktığımı gördüm ve
önümde bir kapı, kapı biraz aralık, ben de çok ağır bir şekilde
merdiveni çıkıyorum, çıktıkça kapı aralığından ışıklar çıkıyordu. Tam
kapıya yaklaştım, açmak isterken uyandım ve sonra hatırladım, Aziz
Mahmud Hüdayi hazretlerinin filminde de buna benzer bir şeyler olmuştu.
İstanbul ziyaretimiz yaklaşıyordu, İstanbul’a ben de eşim de ilk defa gidecektik ve niyetimiz kabir ve türbe ziyaretleriydi.
Eşime
dedim ki, “İstanbul’da başka İslam âlimleri de varmış, onları da
bulalım ve ziyaret edelim, gideceğimiz o mübarek zatların hayat
hikâyelerini bana bul da okuyayım.” Öğrendim ya, Eyyüb Sultan
hazretlerinin Peygamber efendimizin arkadaşı ve Eshab-ı kiramdan biri
olduğunu. Diğer mübarek zatlar kimmiş, onları da öğrenmek istedim. O
güne kadar, Eshab-ı kiram kim, bilmezdim. Biz camide sadece Kur’an-ı
kerim okumayı öğrendik, sure ezberledik, tecvid ve Arapça kitaplar
okuduk.
Eşimle bir akşam oturduk, kendimize bir dosya hazırladık.
Dosyada, eşimin bulduğu mübarek zatların hayat hikâyeleri ve tam olarak
kabirlerinin yahut türbelerinin nerde bulundukları yazıyordu, bunları
da eşimin abisinin bize vermiş olduğu Hakikat kitabevine ait bir kitapta
bulduk.
Ben daha hayat hikâyelerini okuyamamıştım; çünkü çok
çalışıyordum, eve yorgun geliyordum, o yüzden uçakta okurum diye
düşünmüştüm.
İzin günü geldi, benim ailem ve eşimin ailesi bizi
uğurlamaya geldi, aşağı inerken dosyayı kendi annemin eline verdim ve
dedim ki, “Anne, bu dosya çok önemli, sakın bana geri vermeyi unutma!” O
da, tamam dedi.
Biz İstanbul’a gidiyorduk ama niyetimizin ne
olduğunu ailelerimize söylemedik; çünkü anlamazlardı. Tatile gidiyoruz,
kafa dağıtmaya dedik, bavullar yerleşti, ailemle çocuklarımla
vedalaştık, eşim ve ben, bizi götürecek olan komşumun arabasına bindik
ve havalimanına doğru yola cıktık.
Çok ama çok heyecanlıydım, Eyyüb
Sultan hazretlerine gideceğim ve onunla konuşacağım diye, Tabii ki bir
de Peygamber efendimizin arkadaşı olduğu için, Peygamber efendimize
nasıl daha yakın olurum diye düşüne düşüne gidiyorduk. Birden aklıma
dosya geldi. Eyvah, annemin elinde kaldı, dönme imkânımız yok dedim
kendi kendime. Komşum bizi bırakıp acil doktora yetişecek. Eşime
söyledim, o da, merak etme, dosya bende dedi, çok rahatladım. Eşime,
dosyayı ver, çantama koyayım diyecektim, ağzımdan bir türlü o satırlar
çıkmadı. İçimden, neyse sonra alırım dedim.
Havaalanına geldik, bavulları verdik, komşuyla vedalaştık, o ayrıldı ve gitti. Bir de baktım ki, dosya eşimin elinde yok!
Neyse
dedim, dışarıda söylerim, şimdi söylersem, sinirlenir, insanlar da
bizim kavga yaptığımızı zanneder. Bey, gel biz biraz dışarı çıkalım
dedim, çıktık, dosya nerede dedim. O da çok sinirlendi ve aynı zamanda
çok üzüldü; çünkü dosya arabada kalmış, komşunun da dönme imkânı yoktu.
Ben de eşimi yatıştırmaya çalıştım, hâlbuki ben ondan daha üzgündüm.
Neyse bey sinirlenme, bunda da vardır bir hayır dedim ve uçağa bindik.
Bunda yani dosyayı unutmamızda ne hayırlar olduğunu, daha sonra bizzat
yaşayarak görecektik.
İstanbul’a geldik ve otelimize yerleştik,
hiç vakit kaybetmeden Eyyüb Sultan hazretlerine gittik, ben hiçbir şey
bilmiyormuş gibi, öğrenmemişim gibi, turist gibi gittim. Ayağımda kısa
bir pantolon, üzerimde açık bir kıyafet, elime de bir şal aldım, başımı
türbeye girince örterim diye... Şimdi o halimden utanıyorum, yazıklar
olsun bana! Sanki Rabbimiz sadece türbelerde örtünün diye emrediyor!
Eyyüb
Sultan hazretlerine geldim, çok duygulandım ve çok ağladım, onunla
konuştum, hiç oradan ayrılmak istemedim. Oradan çıktıktan sonra ortada
kaldık, ne yol biliyoruz, ne de iz. Rehberimiz dosyaydı, o da yoktu
artık. Koskoca İstanbul’un ortasında yoldan gecen birisine sorduk, biz
belirli bir kitap arıyoruz, Evliya zatların nerede medfun olduğunu ve
hayat hikâyelerini yazan bir kitap arıyoruz dedik. O da, Cağaloğlu’na
gidin, orada kitapçılar çoktur dedi.
Sonra Cağaloğlu’na gittik. Bir de ne göreyim, eşimin abisinin bize vermiş olduğu, Hakikat kitabevi
yayını olan kitaplar camekânda sıralanmıştı. Binanın dışında da Türkiye
gazetesi yazıyordu. Bey, bak, bizim evdeki kitaplardan var burada
dedim. O da, o zaman buraya girip soralım dedi. Kapıyı tıklattık, bir
müddet açan olmadı. Eşim, şimdi öğle vakti, belki öğle namazındadırlar
dedi. Tam gitmek üzereydik, Lütfi abi isminde biri kapıyı açtı.
Sonra ona derdimizi anlattık. Evliyalar ansiklopedisinin 12. Cildini
aradığımızı söyledik ve başımızdan dosyayla ilgili geçenleri anlattık.
Lütfi abi, çok efendi birisiydi, tatlı dili, güler yüzlüydü. Bu zamanda böyle insanlar var mıydı diye düşündüm.
Lütfi
abi yaşadıklarımızı ve İstanbul’a ne amaçla geldiğimizi duyunca,
yaşlarımızı sordu. Benim 27, eşimin de 29 yaşında olduğunu söyledik.
Bundan sonra şöyle dedi: “Sizin gibi gençler İstanbul’a sırf türbe
ziyaretine mi geldi? Maşallah, çok şaşırdım, mübarek olsun dedi. Bunun
gibi daha ne güzel sözler söyledi. Ben de tabii anlamadım, bu abi ne
istiyor bizden, niye bu kadar iltifat ediyor diye düşündüm. Para benim,
bilet benim, İstanbul’a ister gelirim ister gelmem, bu abi niye bu kadar
sevindi, anlamadım dedim içimden.
Lütfi abi dedi ki, “Buyurun yukarıya çıkalım, yukarıda Numan abi var, onunla tanışmanız da iyi olur, sizler bizim has misafirlerimizsiniz, size birer çay ikram edelim.” Eşim de, peki dedi.
Yuvarlak
bir merdivenden yukarıya çıktık; ama çıkarken korktum, biz nereye
çıkıyoruz, kimseyi tanımıyoruz, bize bir şey yapsalar kimsecikler bizi
bulamaz dedim.
Yukarıya çıktık, Numan abi masasında oturuyordu. O
esnada, bana ne olduğunu anlamadım; ama hep ağlıyordum istemeden,
ağlamaktan konuşamadım. Eşim ve Numan abi, buna ne oldu diye şaşırdılar.
Eşimle
Numan abi biraz sohbet edip, eşim, bizim İstanbul’a nasıl ve niye
geldiğimizi ona da anlatınca sonra, o da çok sevindi, niyetiniz
halismiş, mübarek olsun, bu zamanda böyle gençler, maşallah dedi. Sonra
da eşime, hadi biz öğleyi kılmaya gidelim, abla da burada oturup çayını
içsin ve gazetesini okusun dedi. Ben de elime Türkiye gazetesini aldım;
ama okumak ne mümkün! Ağlamaktan kendimi tutamıyordum ve niye ağladığımı
da bilmiyordum.
Sonra ikisi de namazdan geldiler. Numan abi, Ali abi
diye birisini çağırdı ve ona dedi ki, sen bunlara rehber ol, türbeleri
gezdir. O da, peki efendim dedi. Bu konuşmalarına da çok şaşırdım,
aralarındaki saygı ve sevgiye hayran kaldım. Bu arada, ağlamaya devam
ediyordum. Eşim de beni dürtüyordu, ne oluyor diye. Ben de, ne bileyim,
bilmiyorum, kendimi tutamıyorum dedim.
O Ali abi, o gün sohbet
var diye oraya gelmiş; ama sohbet edecek olan abi de gelememiş. Ali abi
de, neye niyet, neye kısmet, demek ki ben de size rehber olup, sevap
kazanacakmışım dedi.
Numan abi, Ali abiye, “Sen bunları önce Eyyüb Sultan hazretlerine, sona hocamıza, sonra Mehmed Emin Tokadi hazretlerine... götür” dedi, başka isimler de saydı.
Bu
arada, benim de kıyafetim açık olduğu için, çok utanıyordum. Eyyüb
Sultan hazretlerine gitmeden önce üzerime, uygun bir kıyafet, manto,
etek ve başörtüsü almaya karar verdim.
Oradan çıkıp, kıyafetleri
de aldıktan sonra otele gittik, yeni kıyafetlerimi giydim. Önce Eyyüb
Sultan hazretlerine gittik, sonra oradaki bir yoldan yukarıya çıktık.
Uzun bir yoldu. Kaşgari dergahına vardık. Orada medfun olan Evliya
zatları ziyaret ettik. Türbelerden de sanki güzel kokular alıyordum.
Giderken de, dua ve tesbih okuyordum. Orada bir de kuyu suyu vardı,
kıymetli bir suymuş, o sudan da içtik. Sonra Kaşgari dergahının arkada
tarafındaki demir parmaklıklı bir kabristana girdik. Meğer orası, Numan
abinin hocamız dediği zatın kabriymiş. Aman Allah’ım dedim, ne güzel bir
kabir burası! Yeşillikler, çiçekler, sanki Cennet bahçesi gibiydi.
Oradaki türbedar abi de bizimle ilgilendi, ikramlarda bulundu. Abi,
emekli öğretmenmiş, adı Hüseyin imiş. Böyle bir türbedarın olması da, benim ilgimi çekti.
Sonra
birkaç ziyaret daha yapıp, otele döndük. Eşimle uzun uzun konuştuk. O
hiçbir şeye benim kadar şaşırmamıştı. Bana hocamız hakkında bildiklerini
anlattı, ben de tereddütsüz teslim oldum. O akşam Hakikat kitabevinden
aldığımız kitapları okumaya ve namaz kılmaya başladım.
2 gün daha aynı şekilde gezdik. Nereye gittiysem, hep çok güzel karşılandım ve artık hep tesettüre riayet ediyordum.
Eşime Aziz Mahmud Hüdayi hazretlerine de gitmek istediğimi söyledim. Numan abi, bizim için yine bir rehber ayarladı. İsmi Hasan abiydi.
Anadolu yakasında kalıyordu. Vapurdan eşimle birlikte indim. Çok az
bekledikten sonra, karşıdan gelen birini gördüm. Bize doğru yürüyordu.
Hasan abiyi hiç tanımadığım halde eşime, herhalde şu gelen abidir dedim;
çünkü o da diğer tanıştıklarımız gibi güler yüzlü ve temiz giyimli bir
beyefendi görünümündeydi. Nitekim gerçekten de, o gelen bize rehberlik
edecek olan Hasan abiymiş.
Hasan abiyle beraber Aziz Mahmud Hüdayi
hazretlerine gittik. İstanbul’a gelmeden önce hayatını da biraz
öğrenmiştim. Bir de, kabrine ziyarete gelenler için müjdesi vardı. Bir
de, rüyamda onun gibi merdivenlerden çıkmıştım. O anda, hep o türbede
kalıp hizmet etsem diye düşündüm; ama tabii ki bu imkânsızdı. Evde kalan
iki çocuğum beni bekliyordu.
Sonra Hasan abinin evine
gittim, Hanımıyla tanıştık. O da çok tatlı, samimi bir insandı. Biraz
sohbet ettikten sonra namazlarımızı kılmak için kalktık. Eteğimde
yırtmaç olduğu için, bana namaz için yeni bir takım verdi.
Bana
dedi ki, “Bizim apartmanda bir seyyide hanım oturuyor. İstersen onu
çağırayım da, tanışırsınız.” Tabii, olur dedim. Ben de artık her şeyi
bilmek istiyordum. Bunun için, merak ettiklerimi, hiç çekinmeden sormaya
karar verdim. Mesela seyyide ne demek diye sordum. Meğer Peygamber
efendimizin soyundan olan erkeklere seyyid, hanım olanlarına da seyyide
deniyormuş.
Çok heyecanlanmıştım. Kendi kendime, ben bunlara
layık değilim, neden bu güzel insanlar bana bu kadar iyilik yapıyorlar,
çok günahkârım, çoğunun da günah olduğunu bildiğim halde yaptım diye
düşündüm.
Sonra seyyide abla geldi, onunla tanıştık, çok memnun
oldum. Bize de dua etmesini söyleyerek o evden ayrıldım. Otele geri
geldik ve eşimle sohbete devam ettik. Eşimin abisini de, bu arada
telefonla aradık. Başımızdan geçenleri ona da anlattık. O da çok sevindi
ve duygulandı. Mübarek olsun dedi.
Ben de böylece, Ehl-i sünnet gemisine binmekle, bu yolun büyüklerini tanımaya başlamakla şereflendim elhamdülillah.
Sonra
İhlâs Marmara Evlerine gittik. Marmara evlerinde Numan abinin hanımıyla
da tanıştık. Ona hayat hikâyemi anlattım. Bana ikramlarda bulundu.
Arkadaşlarına da bahsettiği için, beni her duyan evine davet ediyordu.
Ben de hepsine icabet etmeye çalışıyordum. Bir abla bana, hatıra olarak
bir tesbih hediye etti ve İmam-ı Rabbani hazretlerinin
türbesinden alınan bir parça kumaş hediye etti, yine çok
heyecanlanmıştım. Artık kendimi onlardan biri gibi hissediyordum.
Bu
güzel siteyi güzel evleri yapan kimseye çok dua ettim. Ne güzel şeylere
vesile olmuştu. Biri bana, evin artık burası, eşinin de işi burası
deseydi, hiç tereddüt etmeden orada kalırdım; çünkü bu güzel insanlara
adeta âşık olmuştum ve orada huzuru bulmuştum. Eşim de, ben de bu rüya
hiç bitmesin istiyorduk; çünkü günlerimiz harika geçiyordu. Bu manevi
güzellikleri hayatımda daha önce hiç yaşamamıştım.
Sonra,
Çarşamba günleri bu ablaların toplanıp sohbet ettiklerini ve beraber
kitap okuduklarını öğrendim. Beni de davet ettiler. Sohbet de çok güzel
geçti, çok sıcak, çok samimi bir ortam vardı. Biri şöyle dedi:
“Şimdi
hiç şüphe yok ki, isminden bahsettiğimiz din büyüklerimiz buradadır,
mübarek olsun; çünkü Evliyanın ismi anılınca ruhları orada hazır olur.
Peygamber efendimiz de, (Salihlerin ismi söylenince oraya rahmet yağar) buyuruyor.”
Ben
yine çok heyecanlandım. Bunu söyleyen abla sanki bizim
göremediklerimizi görüyor ve öyle anlatıyor gibiydi. Yine, ben bunlara
layık değilim, bunlara nasıl kavuştum diye düşünmeye başladım.
Sohbet bittikten sonra, bir abi ve hanımı bizi başka türbelere götürdüler. Murad-ı Münzevi hazretlerine, Sünbül Sinan hazretlerine, Merkez Efendi
hazretlerine gittik. Her seferinde bu abinin kabir ziyaretlerindeki
edebi dikkatimi çekiyordu. Kabrin ayakucunda oturuyor, gözlerini kapatıp
sanki bu dünya ile bağlantısını kesiyor ve oradaki zatla konuşuyor
gibiydi. Ben de ziyaretlerde, onun gibi yapmaya, onu örnek almaya
çalışıyordum.
Bu abinin hanımına, İstanbul’dan ayrılacağımdan ve
evimde kendimi yalnız hissettiğimden bahsedince, bana bizim memleketteki
bir tanıdığından bahsetti. Ona senin ismini ve telefonunu veririm, o
seni arar dedi. Çok iyi biri olduğunu ve onun sayesinde kendimi yalnız
hissetmeyeceğimi söyledi. Bu da beni biraz da olsa teselli etti.
Bu
güzel insanlarla vedalaşıp ayrılırken, hatırımda hep o soru işareti
vardı: Evimde, aile büyüklerimizle ne yaşayacağımız belli değildi. Beni
bu halimle kabul edecekler miydi?
Bütün bu olaylardan sonra,
hayatta her şeyin mutlaka bir hikmetinin olduğunu, vaki olanda mutlaka
bir hayır olduğunu öğrenmiştim. Eğer o dosyayı arabada unutmasaydık,
belki de bütün bu güzelliklere kavuşamayacaktık. Hâlbuki dosyayı
unutunca, ne kadar çok üzülmüştük. Dosyayı unuttuğumuz için, bir kitap
aramaya çıktık. Bu da bizi önce Lütfi abiye, sonra da bütün bu
güzelliklere kavuşturdu.
Son gün de pazara çıktık ve kendime
uygun kıyafetler aldım. Tanıştığımız bütün arkadaşlarla, bizzat
görüşerek veya görüşemediklerimizle de telefonla vedalaştık. Sonra
eşimle uçağa bindik ve buruk bir şekilde evimize döndük.
Aile
büyüklerimize yaşadıklarımızın hiçbirini anlatamadık; çünkü bizi
anlamaları mümkün değildi. Sadece güzel bir tatildi diyerek geçiştirdik.
Sadece eşimin abisi, eşimi dinlemek için sabırsızlanıyordu. Eşim ona
her şeyi anlattı. İmam-ı Rabbani hazretlerinin türbesinden alınan kumaş
parçası, mübarek kabirlerden alınan toprakları gösterdi. İkisi de
duygulandı ve birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar.
Ben de,
ne kadar uygunsuz, açık kıyafetim varsa, hepsini çuvallara doldurmaya
başladım. Atması için hepsini eşime verdim. Bu arada uygun bir şekilde
çalışamayacağımı bildiğim için, işten de ayrıldım ve evimde sadece
çocuklarımla ilgilenmeye başladım; çünkü haram işlemeden kazanılan
paranın az da olsa daha bereketli olacağını artık öğrenmiştim. Günah
işleyerek mesela başı açık gezerek, namazı terk ederek, yani Rabbimin
rızasını çiğneyerek kazanılan parayı zaten istemiyordum.
İstanbul’dan
döneli iki ay olmuştu. Ailem ister istemez, bendeki değişimi fark
etmişti. Bana karşı tavırları hemen değişti. Kabullenmeleri çok zor
oldu.
Kayınvalidemi bir gün doktora götürecektim. O gün beni örtülü olarak ilk gördüğünde, (Hayrola mevlide mi gidiyorsun)
dedi. Ben de, “Hayır, artık böyle giyineceğim, hem oğlun da böyle
istiyor” diyerek konuyu geçiştirmeye çalıştım. O gün, onu evine bırakana
kadar, bir daha hiç konuşmadık.
Bir gün de, eşimin büyük
abisinin evine gittik. Eşimin ailesinden de, neredeyse herkes oradaydı.
Ben tabii kimseye elimi vermedim. Eşimin büyük abisi, bunu yediremedi.
Biz abi kardeş gibi değil miyiz, sana ne oldu böyle dedi. Ben de, “Evet,
öyleydik; ama seni benim annem doğurmadı” dedim. Bunun tartışmayı
büyüteceği belliydi, böyle dememem gerekiyordu; ama bir anda kendimi
tutamadım, ne yapayım. Bunun üzerine, iyice sinirlendi, üzerime yürüdü,
eğer bu kadar din iman düşünüyorsan burayı terk et, burası sana göre
değil, adamların arasında ne işin var dedi. Ben de, zamanı gelince o da
olacak dedim. Bunu da söylemem iyi olmadı. Kayınvalidem de ayağa kalktı,
eyvah oğlum, bu gelin bizi ayıracak dedi. Kavga başladı. Ben de artık
bunun üzerine sustum, onlar kendi aralarında konuşmaya devam ettiler.
Eşimin küçük abisi, beni müdafaa etmek istedi; ama fitnenin büyümesinden
korktuğu için, o da fazla bir şey diyemedi. Bir süre sonra oradan
ayrılıp evime geldim. Birkaç hafta sonra artık yavaş yavaş kabullenmeye
başladılar.
Eski arkadaşlarımın çoğuyla da irtibatım kesildi.
Zaten onlar, benimle irtibatı kestiler. Kitap hediye ettiğim
arkadaşlarımdan iki tanesi ise, bunları okuyarak tevbe ettiler. Onlar da
namaza başladılar ve örtündüler. Kayınvalidem ve eltime de bizim
kitaplardan hediye etmiştim. Çok fazla kitap okumayı sevmeseler de,
ikisi de namaza başladı. Kayınvalidem zaten senelerdir Türkiye
gazetesine aboneymiş. Artık özellikle İnsan ve Toplum sayfasını
daha dikkatli okuyorlar. Kızlarıma da fırsat buldukça bir şeyler
anlatmaya çalışıyorum. Mail grubumuza onu da üye yaptım. Onlar da
severek okuyorlar elhamdülillah.
Bu nimetleri bana ihsan eden
Rabbime şükürler olsun, vesile olanlara da sonsuz teşekkürler ederim.
Allahü teâlâ hepsinden razı olsun!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder